28 Eylül 2009 Pazartesi

YETER Kİ ONURSUZ OLMASIN AŞK




Biz mi çok gururluyduk, yoksa o dönemki kuşağa has bir davranış biçimimiydi bilinmez, tabir-i tarife edecek olursam, burnumuzdan kıl aldırmazdık. O dönem kaybedilen sevgiye- sevgiliye ağlanır, her keresinde haftalarca yas tutulurdu. Kıskançlık krizleri sara nöbetleri kadar şiddetli ve öfkeli geçerdi. Terketmenin- terk edilmenin ardından hamburger siparişi verir gibi yeni birileri aranmaz, acıyı yaşamanın da tadına varılmak istenirdi. Acıyı yaşama ve özümseme süreci öyle uzun sürerdi ki, her birimiz Uzakdoğulu filozoflar gibi olurduk desek pek de abartmış olmayız her halde.

Nihayetin de insandık, acılanmak da insana dairdi. Giden sevgiliyle - sevgiyle bir yere kadar yüzleşmeden yeni birine başlamak düpedüz kişinin hamlığının ve sığlığının bir kanıtıydı. Zaten çoğunluk acısını içine gömmeden önce yeni maceralara yelken açmazdı. İhtiraslarımıza yenik düşmeden gururla yaşanmış anların anısına mum yakmazdı belki ama o kişiye olan saygınlığımızı ve saygımızı da kaybetmezdik. Bileğimizde ki Japon yapımı dijital plastik saatlerden başka, hiç bir şeyimiz dijital değildi. Sevgiliye iki satır sevgi- felsefe kokan sözler yazarak vereceğimiz bayram ve yılbaşı kart postallarını, haftalar öncesinden hazırlardık. Kart seçiminde seçici davranırdık. Duyguların dilleneceği uygun kartın seçilmesi için gezilmedik cadde-sokak, inilmedik pasaj altı kırtasiye ve hediyelik eşya dükkânı kalmazdı.

Özenerek yaşanmış sevginin ardı sıra, hüznü de - pişmanlıkları da yaşamak, kaybedilen aşklara dâhildi elbet. Elbette ki içimizde, bu dâhil kılınanın, Ak Deniz kıyı şeridince uzanan yıldızlı otellerin müşteri çekmek adına uyguladıkları “ Her şey Dâhil” gibi özendirmelere hiç benzemediğini itiraf edecek yüzlerce insan yaşamaktadır. Fakat geçmişleriyle ne kadar ve nereye kadar yüzleşebilirler ki. Kimseyi bu konuda suçlayamayız, öyle değil mi?

11 Eylül 2009 Cuma

BU TOPRAKLARDA YAŞAYAN İNSANLAR,
TARİH’İN HİÇ BİR DÖNEMİNDE,
EMİNİM Kİ BU KADAR BOŞVERCİ OLMAMIŞLARDI.



Günlerdir Ülkemizde olup bitenleri Televizyondan, İnternetten, Ulusal ve Yerel basının manşetlerinden sesiz sedası takip ediyorum. Haftalardır yazmıyorum. Yazmayı da önümüzdeki hafta için hedeflemiştim. Fakat tepkisiz kaldıkça, ses çıkartmadıkça içim içimi yemeye başlamıştı. Bu duyulan bir öfkenin nedeni değildi. Zira öfkelenmeye çalışıyorum, bir türlü öfkelenemiyordum. Çünkü kendimi yargılamakla meşguldüm.

İnsanlı varlığının kabul gördüğü günlerden bu güne değin, büyük projelere imza atmıştır. Tarihin tozlu sayfaları arasında bahsedildiği gibi devasa kentler kurmuştur. Devasa kentlerin bütünlüğünü saran, devasa medeniyetler etrafında kenetlenmiştir.

Öyle ya acısız bir asrın gelip geçtiği ideasında bulunmak ahmaklık olurdu. İnsanlık; tarihin derinliklerinde de büyük acılar yaşamış ve bu acılara göğüs germiştir. Fakat hiçbir zaman içinde yaşadığı doğanın kurallarına karşı, bu kadar saygısızlık etmemiştir. Bu saygısızlık, silik bir neslin parçası olmamızdaki en güçlü neden olarak orta yerde dururken, bu gerçeklik ailesi tarafından Cami kapılarına bırakılarak maalesef kabul görmeyen, zavallı günahsız bir çocuğa benzemektedir.

Geçmişin izlerini taşıyan ve günümüz dünyasında halen varlıklarını sürdüren harikulade kentlerin duvarlarına yansımış medeniyetleri görünce, dijital çağın başlangıç surlarına çıkmış; geçmişimi, geleceğimi, hayallerimi, hayal edebileceklerimi sorguluyorum.

Öncelikle İstanbul’ un çeşitli semt ve ilçelerinde son günlerde yaşana sel baskınları neticesinde hayatını kaybetmiş vatandaşlarımız için Allah’ dan rahmet diliyorum. Akraba, dost ve yakınlarına da yine Yüce Yaratıcıdan sabır diliyorum. Milletçe hepimizin başı sağ olması dileği ile.

Hani bazen kendimizi büyük bir ruhi sıkıntı içerisinde hissederiz de, küseriz de etrafımızdaki yaşam kokan her şeye, alıp gitmek isteriz tenha yerlere bedenimiz. Sessizliğin içindeki, selsizliğimizde kaybolmak isteriz. Sıradanlaşır her şey. Mana kaybının yörüngesine doğru sürüklenmekteyizdir. Oysa demir almak istemeyen kuru yük gemileri gibiyizdir. Sırtınızdan pasaportsuz, kaçak göçmen yolcular yolculuk yapmak ister. Onları ambarımızdan buğday çalan karıncalar kadar mağrur ve mahcup karşılarız.

İnsanlığınızdan utanmanın mevsimi gelmiştir.

İçinizdeki yanar dağları patlatmanız,

Etrafınızdaki yaşama dair her şeye sıcak lavlar akıtmanız,

Kendinizi affetmenize zemin hazırlamaz!...

Bir kerecik asamadıktan sonra hatalarınızı, ettiklerinizi göz yaşları içerisinde hatırladıkça, mübaşirsiz mahkemelerin cezalandırmadığı mahkûmu gibisinizdir.

Tek bir kişi den bir avukat ordusu oluşturursunuz içinizde. Vicdanınıza aldırmadan, bir de toplum vicdanını yargılayıp kınama girişiminiz, zavallılaştığınızın, delil olarak kabul görmeye kanıttır.

İşte günlerdir kendimi böyle hissettiğim için yazmak istemedim. Suphileşmek yakışsın diye değil, fakında bile olmadığım bir keder basmıştı içimi. Fakat geçecek bu zor günler biliyorum. Yok, kendimi kandırmıyorum. Hatalarımı toplayıp çatı katlarına kilitlemedim. Az bir zaman sonra kendimle yüzleşmem sona erecektir eminim.Bazen postacı Emin’in getirdiği kabarık faturalar da moralimi bozuyor . Ama beldi var. Fark varsa, bedeli var, biliyorum.

Sanırım 2002 yılının ilk çeyreği içerisindeydik. Mersin tarihinin en büyük sel felaketiyle tanışmıştı. Koca kent sular içerisinde yüzüyordu. Erdemli, Silifke, Mut ilçeleri de selden hissesine düşeni almıştı. Göksu deltasının içerisindeki Göksu nehri taşmış, Gezende Hidro Elektrik santralinin baraj gölü aşırı doluluktan dolayı iki kapağının açmak zorunda kalmıştı. Açılan devasa kapaklar neticesin de Göksu nehri gibi bir nehir daha oluşmuş, Mut ilçesindeki kesik köprü diye isimlendirilmiş köprüyü yıkarak, Silifke ilçesini, çamurlu- milli sularıyla boğmuştu. Erdemli İlçesindeki domates seralarını sular basmış, o dönmede çiftçilerin zararları trilyonları bulmuştu. Bu nedenle İstanbul da TV kanallarında, net ortamında tanık olduğumuz görüntüler bana tanıdık geldi.

8 Eylül 2009 tarihinde, iki arkadaşımla birlikte, Erdemli İlçesinin Arpaçbahşiş Kasabasındaki Kayıkçıoğlu tesislerinde iftar açmaya sözleşmiştik. İftar saati yaklaşıp tesiste hepimiz buluşunca, havanın hissedilir bir biçimde soğuduğunun, ikindi ayazına dönüştüğüne şahit olduk. Sanırım tesisin dışındaki açık hava temaslı maslardan birini tercih etmemiz, hiçbir fikrimiz yokken, birazdan yaşanacaklara daha yakından tanık olmamıza zemin oluşturmuştu.

Derken, biranda havanın karadığını gördük. Galiba nedeni, Güney Batı üzerinden ( Ak Deniz üzerinden ) kara yağmur bulutlarının gelmesiydi. İftar saatine 10 dakika kala yağmur damlacıkları masamız üzerindeki cam ve porselen yemek takımları üzerinde ve de daha çok masanın etrafını sarmalamış bizlerin bedenindeki gömlek, tişört vb. elbiselerde varlığını hissettirdi. Emini sizlerde defalarca tanık olmuşsunuzdur; üzerimizdeki elbiseler yünlüyse ve yağmurda ıslamışsanız, yünün ağır kokusu hemen gelir burnumuza. Yok, pamuklu, ketenli, deri, naylon veya ipekse elbiseleriniz, elbisenin yapıldığı maddeye göre kokuyla haşir neşir olur burnunuz. Fakat ben; ince- ince yağan yağmur altında ıslanmayı, yağan yağmurdan dolayı toprağın o mis gibi kokan kokusunu ciğerlerime çekmeye, fırtına şekline bürünmeden hafiften esen yağmur yeline bayılıyorum. Ya üzeri çinko yaylalık yazlığımızda yakalamışsa yağmur beni, yağmurun dingin sesinde tüm ışıkları kapatarak, pencere kenarından yağan yağmurun büyüsüne kapılmak, olgunlaşmış sarı yada beyaz buğdaydan kavrulmuş ve yöremizde kavurga ismiyle bilinen çerezimi de yanıma alarak, yün battaniyeler arasında keyiflenmek, üzerine mis gibi Türk kahvesi içmek konforumdur.

Evet, tam iftarlarımızı açmıştık ki, hani hatırlarsınız 1899 yılında İngiltere de dünyaya gelmiş ve 1980 yılında da ABD’ de hayata gözlerin yummuş, İngiliz asıllı, gerilim filmlerinin vazgeçilmez yönetmeni “ Alfred HİTCHCOCK’ un ”filmlerindeki sahnelerini, işte bizde o akşam üstü böyle bir manzarayla karşı karşıya kaldık. Kuşkusuz bu, Akdeniz üzerinden gelen ve hayatında ilk defa tanık olduğum büyük bir kasırgaydı. ( Kendim enerji sektöründe görev yaptığım için bunu yazarken utanıyorum.)Elbette ki hemen elektrikler kesildi. Kesilen elektriğe paralel cep telefonlarımın zil sesi bir anda etraftaki başka müşterileri bile rahatsız etmeye başlamıştı. Dokuz kasabanın ve bir ilçenin aynı anda elektriklerinin kesilmesi şehrin batı yakasında bizlerin dahi tahmin edemeyeceği bir şeylerin ters gittiğinin habercisiydi.

Tesisteki jeneratörün devreye girmesiyle hemen iftarlarımızı hızlı bir biçimde tamamlayarak, Kasabadan İlçe merkezine hareket ettik. Yol boyunca telefondan haberler gelmeye başlamıştı.

Hiç tanımadığım fakat beni tanıdığını tahmin ettiğim telefondaki ses “ Erdemli Yarenler Mahallesi, Kochasanlı Kasabası, Karekeşli köyünde ki galvaniz çelik su borularından tesis edilmiş üzeri plastik naylonla kaplı domates seralarının gelen kasırga neticesinde komple yerle bir olduğunu, bir ay sonra ürün verecek domates fidelerinin, salatalık fidelerinin telef olduğunu” söylüyordu. Evet, aylardır beklenen yağmurun faturası İlçeye ve Kasabalara ağı olmuştu.

Bu yazıyı yazdığım saatlerde bile yetkililerce halen hasar tespit çalışmaları sürdürülüyordu. Çiftçinin zararının milyonları aştığından eminim. Çok yazık…

Fakat asıl beni endişelendiren yetkililerce bu gün yine iftar saatine doğru bölgemizde etkili olacağı söylenen yağışlı hava. Umarım yeni bir felaket e sebebiyet vermeden bölgemizi terk eder.
İstanbul da yaşayan insanlar içinde dua ediyoruz. Fakat onlarda çarpık kentleşme konusunda kendilerini bir gözden geçirseler.
Haftaya görüşmek dileğiyle…..