28 Mart 2012 Çarşamba

SİNEMA SİYAHI KADERİN ASAL SAYILARI

SİNEME SİYAHI  KADERİN ASAL SAYILARI

SİNEMA SİYAHI: KADERİN ASAL SAYILARI


       Keşke kendi akışkanlığımız içinde, kalbimizdekileri, kalbimiz berraklaşınca ifade edebilsek. Kısa zaman aralığında, hem de yeniden çalkalanmadan. Malum çoğu kimsenin içinde, uzun ince, toprak bir yol vardır. Birde o yol üzerinde ki hayat hikâyesi.Hani toprak yollarda, her adımda çalkalar insanı. Her bakış kahır, her alışkanlık bir tekrardır aslında. Unutulanlarda vardır o yolda, aldırılış edilenlerde. Ezberlenilmiş, üstüne üstelik aldırış edilmişsinizdir. Belki de hiç hatırlatılmamışınızdır, hem de onlarca yıl. Hatırlansanız da, unutulsanız da, bu sizin kabahatiniz değildir. Bu kimsenin kabahati de değildir aslında. Kabahat midir? Kocaman bir bilmecedir.  Hayat öyle şekillenmiş, öyle kabul görmek gelir. Teslimiyetçilik değildir. En direk kader hiç değildir. Direk kaderdir. Teslim olmasanız da olsanız da, bu gerçeği kabul etmeniz gerekir.  NEVERLAND

20 Mart 2012 Salı

SİNEMA SİYAHI : DUVAR




SİNEMA SİYAHI
DUVAR

        Roman konusu olması kaçınılmaz olan hayatımızı, olur olmadık yerlerde ve de bölük pörçük kısa hikayelerle anlatmaya çalışmamız, ortam yakalama çabamız mıdır? Yoksa bilinçaltımıza özenle yerleştirilmiş, öz güvensizliğin sancısı mı? Daha da kötüsü, yalnızca işitsel ve görsel algılayışlardan beslenmiş, üzerine kütüphane kokusu sinmemiş, cehaletin bonusu, cesaret mi? Eğer bunlardan hiçbiri değilse, nedir bu kendimizi anlatma çabası? İletişim kurmaksa maksat,  maksadı mı aşıyoruzdur?
      Bazen duvarları aşıp, ardındaki gerçekleri görmeliyiz, öyle değil mi?
      Peki ya gördüğümüz gerçekler, kurguladığımız melankolik gerçeklerden farklıysa. Siyahsa beyaz, sabah gün batımıysa… İşte tam da tahta sandalyeden düşmüşüz demektir. “ Daha karpuz kesecektik. ” demenin de bir anlamı kalmamıştır artık. Zira deve kesseniz dahi, fayda etmez. Yıkılan yalnızca duvar değil,  hayallerinizdir de.
      Bazen alıp başımızı deniz kenarına gitmeliyiz, Akdeniz’in tuzlu yosun kokusunu içimize çekmeliyiz, öyle değil mi?  
     Neyse ki yaşadığımız şehrin sahilinde bulunan parklardaki ahşap banklar,  ilgililerce daha sağlam yapılmakta. Ya da biz, bunun, böyle olduğuna inanıyoruz. Kim bilir belki de kültürel bir gelişme kaydetmişizdir. Malum kışın sert geçmesine, Mart’ın kapıdan, pencereden, bacadan baktırmasına karşın,  sahildeki ahşap banklar yerli yerinde, sapasağlam durmaktadır. Fakat bu kez, farklı bir sorun ortaya çıkmıştır. Havaların halen soğuk olmasına rağmen, o kadar sayıdaki banklarda, oturacak bir tek yer kalmamıştır. Şehirde yaşayan insan sayısındaki artış gerekçeli karar olarak gözükse de asıl neden, düşe kalka dizi kanamış insanlığın giderek içselleştirdiği, büyük yalnızlığıdır.  Çünkü hayat, insanın canını çok yakmıştır. İşte sırf bu yüzden, yıkılmaması gereken hayaller için, duvarlar belki de yerinde kalmalıdır. 
     Bazen bizi biz yapan, gerçeklerden uzaklaşmamak gerek, öyle değil mi? Çünkü gerçeklerdir insanı yaşama bağlayan. Ve de mutlu kılan. Hayalleri de unutmamak gerek. Biz fark etmesek de onlar içimizdeki galaksinin yıldızlarıdırlar, öyle değil mi? Sağlıcakla kalınız. NEVERLAND

4 Aralık 2010 Cumartesi

TAHTA KAYIK

                                                  TAHTA KAYIK

        Ona bir keresinde; “Her zaman keşfetmek için bak! ” demişti balıkçı Yunus, hem de nerde? Akdeniz’in tam orta yerinde. Akdeniz’in tam orta yeri dediğim de, Erdemli’nin yüz kulaç açığıydı. Yüz kulaç, hani iki kürekli tahtadan yapılmış balıkçı kayığı için de,  olta balıkçılığı ağzıyla, denizin tam orta yeriydi.
        İşte o keresinde, bakındı – bakındı, kendileri gibi iki kayıktan başka kimseler yoktu etraflarında. O iki kayık da, eşraftandı. Ayrıca nedeni bilinen bir nedenle, zaten balık da yoktu, Erdemli’nin açığındaki Trol denizinde. Bu yüzden öfkelendi ve bir süre söylendi. Ardından, topladı sarkıtma oltalarını,  balıkçı sepetinin içine atıverdi. Sonra yana dönerek, Toros dağlarının küçücük eteği üzerine kurulmuş uzağındaki Erdemli’ye baktı, fakat keşfedemedi. Olmadı, ayağa kalktı. Bu kez tahta kayık sallandı, balıkçı Yunus’un oltaları dolaştı, işler karıştı. Diğer yandan, oltalarının dolaşığını sakince çözmeye çalışan balıkçı Yunus, bu fırsatı kaçırmayarak felsefeyi patlattı Ağzının içindeki dili kadife olmayanın, denizin dibindekinde dahi, gönlü olmaz”  Bu kez o da döndü balıkçı Yunus’a dedi ki: “ Denizin dibine dahi sahip olamayanın, hiçbir zaman mutfağında balık kızartması kokusu olmaz. ”Altı saattir oltalara gelmeyen balıklar karşısında gösterdikleri sabır, nerdeyse her ikisini de Uzakdoğulu filozoflar gibi yapmıştı. Bir müddet birbirlerine küsmüşler gibi sustular. Bu arada, diğer iki kayıktakiler, limana doğru kürek çekmekteydiler.
        Evet, konuşmadılar,  hem de ne zamana kadar?  Trol denizi, kabarıncaya kadar. Ne mi oldu? Olan oldu,  fırtına koptu. Balıkçı Yunus ona, o da balıkçı Yunus’a güvenmiş, ikisi de dün geceden, bölgedeki hava durumunu, basın-yayın organlarından takip etmemişlerdi. Çünkü balıkçı Yunus, dün gece Yaban TV’ yi, o da Toprak TV’ yi izlemişti. Zaten sözleştikleri üçüncü kişi de onları ekmiş ve sabahtan limana gelmemişti. Gelse bile, onun da Kurtlar Vadisi dizisini izlemiş olma olasılığı çok yüksekti. Çünkü kendisini, dizideki bir kahramana benzetiyordu. Peki, sima olarak benziyor muydu? Bir ara, emeklilerin pasaj kahvesinde, benzediği yönünde söylentiler çıksa da, sürekli sakallarına şekil vermeye çalışan kuaförü, bu söylentilere itibar etmiyordu. Tüm bunlara rağmen, şu an yanlarında olsaydı, kıyıya doğru belki bir kürek de o çekerdi. Maalesef öyle olmadı. Biraz öncesine kadar, hırçın dalgalar üzerinde bir oyana- bir buyana savrulan tahta kayık, artık yeni bir batıktı.
      Saatler sonra, limanın yan tarafındaki kumluk kıyıya çıktıklarında,  bitap düşmüşlerdi. Hava aydınlığının yitirmeye başlamıştı. Etrafta da kimsecikler yoktu. Serin ve nemli havanın ıslanmış elbiseleriyle bütünleşmesi sonucu, içleri ürperdi. Hapşırmaları,  hasta olacaklarının bir belirtisiydi. Bu nedenle, limandaki araçlarına doğru yöneldiler. Limana vardıklarında, hayat da kalmalarının verdiği sevinçle vedalaşarak, evlerine döndüler.
   Aradan günler geçti. Yaşadıkları bu pahalı tecrübeden, kimselere söz etmediler. Belki utanacak bir durum yoktu. Fakat ciddi anlamda ihmalleri vardı. Peki, bu durumda ne yapmalıydılar? Onlar da zaten, öyle yaptılar.  

16 Ağustos 2010 Pazartesi

SİNEMA SİYAHI GÜDÜLENMEK

 Bu yazı, Değerli Büyüğümüz S. ALİ YILMAZ’ a hitaben yazılmıştır.
GÜDÜLENMEK
         Yayın hayatını yıllardır Erdemli İlçesinde sürdürmekte olan bir mahalli gazetenin köşesindeki köşe yazınızı ilk kez okuma şansın yakaladığımda, çalışma odamın duvarına reklâm amaçlı asılmış, koparılmaya endeksli takvim yaprakları 12 Ağustos 2010 tarihini gösteriyordu. Siyasetin ve siyasilerin tahammülleri ve tahammülsüzlüğü felsefesi üzerine kurgulanmış, aslında siyasetin ne olması gerektiği konusundaki doktrinsel bir bakış açısını sergileyen, deneyimli bir siyaset adamın tespitlerinin yerli yerine yerleşmesinin ahengini tattıran yazınızı, Erdemli de siyaset yapma fırsatını güden, tüm genç siyaset sevdalılarının okumasını isterdim.

       Hep demişimdir kendi kendime, hem de kendi sözümle, hem de kendi özüme “ ÜÇ ADIM ÖNÜNÜ GÖREMEYENİN, ARDINA BAKMA FIRSATI OLAMAZ ” diye. Bilmişliğimden ve kodoşluğumdan değildir bu sözlerim. Hani derim ki, her işin ehlini ararız da, Siyaset ehlini niye aramayız. “ Siyasetinde ehlimi olurmuş canım ” diyenler var vede haklılar kendi bildiklerince. “ Paran varsa; siyaset adamısındır, şu günlerde bu memlekette. ” diyenler maalesef giderek artmaktayken, “ SİYASET; HAYATA KARŞI, BİR KARŞI DURUŞ SERGİLEME CESARETİ, SABRI VE SANATIDIR.” diye yapmış olduğum siyaset tanımlanmasıyla, bazı genellemeciler tarafından, kendimin ve yakın dostlarımın alay konusu yapıldığının bilinci içerisindeyim. Ve yıllardır dost diye yüreğimizi açtığımız bazı eskimiş dostların aleyhimizde propaganda yaptıklarına tanık olmuş, gerçek dostlarımın bu iki yüzlülükten dolayı çekmiş oldukları acıyı anlıyorum. Dik duruşumuza tanık olanların, tanık olacakları en dik duruşu sergilemek içindir tüm bu çabalarımız. Biraz sabır diyorum. Unutulmamalı !.. “Tarih; yalnızca gündemdekileri değil, gidenleri de yazıyor ”.

        12 Ağustos 2010 tarihli yazınızı her bakımdan beklentilerin üzerindeki bir yetkinlikte buldum. Belki de son dönemlerde Erdemli de çıkan birçok mahalli gazetede yayınlanmış okuma fırsatı yakaladığım köşe yazılarından daha gerçekçi, sürükleyici, pozitif tespitleyici olarak kabul gördüm.

        Her ne kadar Erdemli de, D–400 Devlet Kara Yolu Kenarındaki parke taşlarla döşenmiş kaldırımlar üzerine kurulu, yeni nesil pastanelere ait bambu sandalyeli küçük masalar etrafındaki, yerel siyaset içerikli ikindi sohbetlerine katılma fırsatım olmasa da, bu küçük - küçük sohbetlerde ne kadar büyük yerel siyaset meselelerinin konuşulduğunun bilincindeyim. Fakat bu tür geleneksel kulislerin Erdemli deki Feodal yapının yıkılması için, yeterli nefes büyüklüğüne sahip olduğuna inanmıyorum. Bu bakımdan, sizin gibi uzun soluklu siyasi yaşam tecrübesine sahip, eğitim donanımını tamamlamış, kanat önderi bir büyüğümüzün daha geniş tabanlı ve yelpazeli siyasi içerik taşıyan yazılarına ihtiyacımızın olduğuna inanıyorum.

       Ben de bu resmin çok da uzağında değilim, kendimi eğitim anlamında hazır hissettiğim anda, yanı başınızda olacağımdan kimsenin şüphe duymaması gerek diye düşünüyorum.

20 Temmuz 2010 Salı

SİNEMA SİYAHI PERDE


PERDE

      Vitrinindeki kalın camda “ GÖRDÜKLERİNE TABİ OLANLAR, GÖRMEK İSTEDİKLERİ KONUSUNDA İSRARCIDIRLAR. ” diye yazan taş bina altındaki dükkânın önünde durduğunda, aradığı eski kitabı, bu eski kitap satıcısında bulabileceğine çoktan kanaat getirmişti. Ve öylede oldu zaten. Bu kez aramış olduğu eski kitabı bu kadar kolay bulmuş olmasına şaşırdı.

        Kasabaya yarım saat uzaklıktaki çiftliğinde bulunan hayvanları için depolanmış saman balyaları arasında, toplu iğne aramamış olduğu her halinden belliydi. Ama çapar renkli tavuğun gurk ¹ çıkartmak adına, gizliden gizliye yumurtladığı yumurta yuvasına tesadüfen birkaç kez rastlamış ve kimseye söylememişti. Çapar tavuk kadar hassas davranıp, bu gizemli dünyanın gizeminin bozulmasını istemiyordu. Oysa çapar renkli tavuğun daha iyi şartlarda yumurtlayabilmesi için kümesinin içerisine keçe ve kamış sepet eskilerinden holluk ² yapmıştı. Fakat çapar renkli tavuk çiftlikteki tüm tavukların aksine düzene uymayarak, kendisine özel bir yaşam alanı oluşturmuştu. Bunun çiftlik hovardası sarı ibikli horozla hiçbir ilgisi yoktu. Sanırım annelik içgüdüsüyle, yumurtalarının çiftliğin en küçük çocuğu olan ilber’e ³ sosisli tost yapılmasını istemiyor, birkaç düzine civciv çıkartma için çaba harcıyor olmalıydı.

        Günler sonra, bir sabah civciv sesleriyle uyandığında, çiftliğin yeni bireylerinin, yaşamla tanışmış oldukları gerçeğiyle karşı karşıya kaldı. Yüzünü yıkadığı lavabonun üzerindeki aynanın kenarında gizlenmeye çalışan sivrisineğin iriliğini fark edince, ayaklarının neden bu kadar çok kaşındığını anlamış olsa gerek, avucunun içerisine biraz Eyüp Sabri Tuncer limon kolonyasını dökerek, sineğin ilk akşamdan başlayarak tüm bir gece boyunca sorti yaptığı kızarmış bölgelere sürdü. Ayaklarının seksen derecelik limon kolonyası nedeniylen alev alev yandığını fark edince, eve neden birde tütün kolonyası almadığı konusunda kendini suçladı ve giyinmeye başladı. Zira ona göre, sivrisineğin hiç suçu yoktu. Çünkü onun da göreviydi yaşama tutunmak. Sinek yaşama tutunma felsefesiyle affedildiğinin farkına vardı mı bilinmez. Fakat bilinen gerçek şuydu; ya perdeci Nihat’tan hemen bir cibinlik yada, bakkal Remzi dayıdan hemen bir tütün kolonyası alınması gerekiyordu. İyi de ikisinin de dükkânı kasabanın en işlek caddesine bulunuyordu. Ve dükkân önüne araç park etmek yasaktı. Bir de park yasağı konusundaki hassasiyetiyle ünlü Kasabanın caddelerinden sorumlu belediye memurları vardı. Ama onlarda yaşama tutunmak için görevlerini yapmak zorundaydılar. Öyle ya koca yaşam içerisinde herkesin bir rolü ve yaşam alanı vardı. Perde denesiye kadar, herkes kendi yaşam karesinde, rolünü ezberleyebildiği kadarıyla iyi oynamak zorundaydı.



1-Gurk; Yumurtladığı yumurtalardan civciv çıkartmayı hedeflemiş tavuk.
2-Holluk; Tavukları yumurta yumurtlaması için düzenlenmiş özel bölme.
3-İlber ; Hikayedeki çiftlikte süt ve yumurtayla beslenen küçük çocuk.


9 Temmuz 2010 Cuma

Sinema Siyahı Tell a lie

tell a lie

             Ne kadarınızın kendinize ait olduğunu fark ettiğinizde, farklılıklarınızı törpüleyeceğiniz mengeneye bağlanmışsınız demektir. Yanık motor yağının kokusu değildir genzinizi yakan. Hapşırıverirsiniz birden. Üşütmüş, hem de nezle olmuşsunuzdur. Suçlu, mevsimsiz yağan yağmur değildir. Yine hapşırırsınız, yine onlarca ses “ Çok yaşa ” der hep bir ağızdan. Ne kadar yaşayacağınız dahi belliyken, topluca söylenen bu yalan hoşunuza gider. Ve yalan söyledikleri için bu kez onlara kızmazsınız bile.
            Çünkü bilirsiniz ki yaşamda yalan.





29 Haziran 2010 Salı

SİNEMA SİYAHI: SİNEMA SİYAHI DAHİİ NEYİN SESİ

SİNEMA SİYAHI: SİNEMA SİYAHI DAHİİ NEYİN SESİ

SİNEMA SİYAHI DAHİİ NEYİN SESİ

                                                                 ۩

                                                     SICAK NEFESTEN,
                                       RÜZGÂRLI VE ŞİDDETLİ NEFESLERE
                                                         DAHİİ  NEY


     
     Kırmızıya-Maviye olan özleminin, demire ve deryaya olan ilgisinden kaynaklandığı sanılıyordu.

    Orakla tanıştığında, yüzlerce dönüm ekin biçmesi gerektiğini fark etti. Ne kadar dekar ekin biçtiğini, hiç kimse bilmiyor. Daha o kadarken, güzün güzleklerde yetişen Kırmızı karamık tohumlarıyla tırnaklarını, hatta dudaklarını boyayan başak kızının, alnındaki terleri silmek istediğini dahi bilmiyordu.

    Kuzeyden esen rüzgârların hatırası, örs üzerindeki çekicin sesi, bugün dahi kulağına hoş geldiği iddia edildiği kadar, yine de davulun ve zurnanın sesini de sevdiği söyleniyordu. Fakat, onun hiçbir zaman davulun ve zurnanın sesini sevdiği ispat edilemedi. Zaman- Zaman, halk oyunları oynadığı dönemde, ekip olarak almış oldukları pirinç madalya destekli başarıları kanıt olarak gösterilse de, tüm bu çabaları, hocasına ve arkadaşlarına olan inancındandı.
   Kuvvetle iddia olunurdu ki;
o, ney sesinde erimiş-bitmiş,
hem de erenlerin dergâhında,
hamlığının dahi farkına varmış,
Bir keşişten başkası değildi.

VE   DÖNÜŞ

       Bu kadar uzun bir ayrılığın olacağını kim bilebilirdiki. Neyseki,  Ney  sesinde tekrardan dönülen yer, bloğumun dijital örtülü yapraklarıydı.
       Yeni yazılarda buluşmak dileğiyle, sağlıcakla kalınız.
                                                                                      NEVERLAND