4 Aralık 2010 Cumartesi

TAHTA KAYIK

                                                  TAHTA KAYIK

        Ona bir keresinde; “Her zaman keşfetmek için bak! ” demişti balıkçı Yunus, hem de nerde? Akdeniz’in tam orta yerinde. Akdeniz’in tam orta yeri dediğim de, Erdemli’nin yüz kulaç açığıydı. Yüz kulaç, hani iki kürekli tahtadan yapılmış balıkçı kayığı için de,  olta balıkçılığı ağzıyla, denizin tam orta yeriydi.
        İşte o keresinde, bakındı – bakındı, kendileri gibi iki kayıktan başka kimseler yoktu etraflarında. O iki kayık da, eşraftandı. Ayrıca nedeni bilinen bir nedenle, zaten balık da yoktu, Erdemli’nin açığındaki Trol denizinde. Bu yüzden öfkelendi ve bir süre söylendi. Ardından, topladı sarkıtma oltalarını,  balıkçı sepetinin içine atıverdi. Sonra yana dönerek, Toros dağlarının küçücük eteği üzerine kurulmuş uzağındaki Erdemli’ye baktı, fakat keşfedemedi. Olmadı, ayağa kalktı. Bu kez tahta kayık sallandı, balıkçı Yunus’un oltaları dolaştı, işler karıştı. Diğer yandan, oltalarının dolaşığını sakince çözmeye çalışan balıkçı Yunus, bu fırsatı kaçırmayarak felsefeyi patlattı Ağzının içindeki dili kadife olmayanın, denizin dibindekinde dahi, gönlü olmaz”  Bu kez o da döndü balıkçı Yunus’a dedi ki: “ Denizin dibine dahi sahip olamayanın, hiçbir zaman mutfağında balık kızartması kokusu olmaz. ”Altı saattir oltalara gelmeyen balıklar karşısında gösterdikleri sabır, nerdeyse her ikisini de Uzakdoğulu filozoflar gibi yapmıştı. Bir müddet birbirlerine küsmüşler gibi sustular. Bu arada, diğer iki kayıktakiler, limana doğru kürek çekmekteydiler.
        Evet, konuşmadılar,  hem de ne zamana kadar?  Trol denizi, kabarıncaya kadar. Ne mi oldu? Olan oldu,  fırtına koptu. Balıkçı Yunus ona, o da balıkçı Yunus’a güvenmiş, ikisi de dün geceden, bölgedeki hava durumunu, basın-yayın organlarından takip etmemişlerdi. Çünkü balıkçı Yunus, dün gece Yaban TV’ yi, o da Toprak TV’ yi izlemişti. Zaten sözleştikleri üçüncü kişi de onları ekmiş ve sabahtan limana gelmemişti. Gelse bile, onun da Kurtlar Vadisi dizisini izlemiş olma olasılığı çok yüksekti. Çünkü kendisini, dizideki bir kahramana benzetiyordu. Peki, sima olarak benziyor muydu? Bir ara, emeklilerin pasaj kahvesinde, benzediği yönünde söylentiler çıksa da, sürekli sakallarına şekil vermeye çalışan kuaförü, bu söylentilere itibar etmiyordu. Tüm bunlara rağmen, şu an yanlarında olsaydı, kıyıya doğru belki bir kürek de o çekerdi. Maalesef öyle olmadı. Biraz öncesine kadar, hırçın dalgalar üzerinde bir oyana- bir buyana savrulan tahta kayık, artık yeni bir batıktı.
      Saatler sonra, limanın yan tarafındaki kumluk kıyıya çıktıklarında,  bitap düşmüşlerdi. Hava aydınlığının yitirmeye başlamıştı. Etrafta da kimsecikler yoktu. Serin ve nemli havanın ıslanmış elbiseleriyle bütünleşmesi sonucu, içleri ürperdi. Hapşırmaları,  hasta olacaklarının bir belirtisiydi. Bu nedenle, limandaki araçlarına doğru yöneldiler. Limana vardıklarında, hayat da kalmalarının verdiği sevinçle vedalaşarak, evlerine döndüler.
   Aradan günler geçti. Yaşadıkları bu pahalı tecrübeden, kimselere söz etmediler. Belki utanacak bir durum yoktu. Fakat ciddi anlamda ihmalleri vardı. Peki, bu durumda ne yapmalıydılar? Onlar da zaten, öyle yaptılar.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder